- Krizin Hangi Noktasındayız?
Kriz demeyi yakıştıramıyorum, gelin eksi büyümelerin süreklilik kazandığı ortama “resesyon” adını verelim. Resesyon kendisini Ekim 2008`de iyice hissettirdi.Sonra etki derecesi artsa da Ocak`dan sonra bir yatay seyir gözlüyorum Bu kuşkusuz krizi gerilediği anlamına gelmiyor.Buna karşılık dünya kamuoyunda bir bezginlik ve onun uzantısı umursamazlık yaşanıyor.Ortada “ bana ne / ben mi yaptım ? “ diyen bigane bir bakış egemen. Dünya genelinde ve Türkiye özelinde işsizlik oranları ciddi sıçramalar gösterse de, bu bir 1929 Krizi ya da Türkiye’nin 1978-9 felç yılları gibi, toplu kapanmalar ve kitlevi işten çıkartmaları “ henüz “ yaşatmadı. Politikacıysa bu krizde “kırık not” aldı. Olayı ya tümüyle dışladı ya da yanlış tanı koyarak , tedaviyi başka bir noktaya indirgedi. Olayı kurumsal bir pencereden görmeye çalışan Ingiliz Başbakanı Brown tür politikacıların tavırlarına dudak büküldü. Tüm yaşam süreçlerimizi yeniden gözden geçirmemiz gereken bu resesyon , anlık tüketim ihtiyaçlarımızı karşılayamadığımız “kısmi etkili” bir olaya dönüştürüldü.
Yine soruya dönerek , bu resesyonda “dip halini” henüz yaşamadık ! Dip noktası için varsayımım ,ABD`de işsizlik oranının % 10`un üstüne çıkması, ya da sosyal anlamda , Çin`de kitlevi örneğin 30-40 milyon insanın , kırsal kesimde eski yaşadıkları diyarlara dönmesini anlıyorum. Komşumuz Bulgaristan ya da kuzey ülkesi Letonya`da AB`den çıkmak için referandum yapıp , BDT ‘ye katılmasına dip noktası adını verirdim. Bulunduğumuz aşamada, dalga boyunu kestiremesek de ,dipden üstteyiz. Ortada belirgin bir likid kriz var ve hemen her ülke, elindeki olanaklar ya da kabülleri ölçüsünde kamu kaynaklarından emme basma tulumbasını çalıştırıyor. Deyimi aynen Frenkler`den alayım, “pump priming” yapılıyor.Ama bu emme basma tulumba çalıştığında ya da vergide istisna hali yaratıldığında bir “tüketim hücumu” yaşanıyorsa, resesyonun onun derinleşmiş hali olan bir depresyondan söz etmemiz mümkün olamaz….
- Krizin Dünyada ve Türkiye`de Etkileri Farklı Mı Oldu?
Krizin dünya ve Türkiye etkisinin benzeşiyor zira aynı nedenlerden kaynaklanıyor ama öncelikle değişik olan “ kriz algılaması” oldu. Adına batı dünyası dediğimiz , doğudaki + batıdaki “gelişmiş dünya “ , yılda 10.000 $`ın üstünde kişi başına gelir üretenler, resesyonu daha derinden algıladılar. Çünkü bunda etken olan 2 olgu var: Birincisi, ekonomilerinin % 60`dan fazla dışa açık iken, mal ihraç edemez hale geldiler, efektif gelirleri düştü. İkincisi, genetik kodlarında geçmişde yazılan kriz kaydı , silinmiş değil. Bellekleri 1930`lu yılların “4 Nala Enflasyon” olgusunu genetik olarak kuşakdan kuşağa naklediyor. Sonrasında `70`li yılların 2 petrol şoku, yaşanan yığınsal işsizlik ve onun sonucu yaşam belirsizlikleri, belleklerde kazınma ölçüsünde bir kayıt yaptı.Bu yüzden böylesi bir resesyonda, otomatik olarak tüketim kalıplarında frene basıyorlar. Başta Avrupa Merkez Bankası (AMB ) ve AB üyesi ülkelerin politikacıları , önlem yanlısı olsalar dahi, bu tür bir büyük hatta sınırsız kaynak tahsisine , enflasyonlu yılların ortamına dönüş yaptıracağı kaygusuyla , uzak duruyorlar. Oysa Türkiye gibi, 5.000 $ sarmalındaki ülkelerde ,tüketim yapmak bir kimlik beyanı adeta bir varlık sorunu. Bir ABD`li iktisatçının ( Prof. Duessenberry ) “gösteriş tüketimi” adıyla kanıtladığı duruma uygun bir davranışdı bu. Bu olgu bizdeki tüketicinin kriz algısını çok değiştiriyor. Ekonomik anlamda yaşanan olumsuzluğun, politik alanda 3-5 manevrayla dengelenebileceği varsayıyor.
Kriz algısı bir yana, krizi etkisi farklı oldu mu? Kuşkusuz, evet. Türkiye unutmayalım ki, neredeyse 30 yıla varan dışa açılma serüveninde dışa açıklık oranını ancak % 18`lere vardırabildi. Bu oranı, yıllık ihracatı GSMH`ya bölerek buluyorum. Bu düşük bir oran, düşük olduğu için de iç tüketimi arttırmaya dönük, adına neden “4. cü” sayısının verildiğini kestiremediğim ,4. Önlem Paketi`nin bir KDV ve ÖTV ötelemesi ,anında “olumlu etki” yarattı. Anlaşılan ya bir tasarruf söz konusu, ya da tüketicinin “kullanılabilir geliri” olarak barut tükenmiş değil.
- Anadolu Kentlerinde Kriz Nasıl Yansıdı?
İlginçtir, ülkede yekpare tek türdeş bir etki yaratmasını beklediğimiz olay hemen her sanayi havzasında farklı algılanmışa benzer. Tümden ihracata endeksli Bursa gibi bir sanayi havzasında kitlevi işsizlik var, kentin her kıvrımında resesyonu hissetmeniz mümkün. Buna karşılık bir sanayi havzası olmakla birlikte Denizli`de , bu türden sektörel toptan kilitlenmeler yok, bunun sonucu bir ihracat atağı var. Belli fabrikalar kapıya kilit vursa da genelde adeta “iluzyoner iyimserlik” diyebileceğimiz bir tutumla, sanayi kuruluşları varolma mücadelesi veriyor. Buna karşılık kendini bir ticaret havzası olarak biçimlendirmiş Trabzon`da bu ekonomik olumsuzluk dondurulmuş durumda. Kendi dışlarında, üstelik ülke içinde olmayan bir nedenle bir olumsuzluk var, geldiği gibi gider varsayımı egemen. Ya da Çorlu gibi Haziran`a kadar dış sipariş olduğu olsa da krizi gözleyen ancak üstesinden gelenebileceğini söyleyen sanayi havzaları da var.Bir Antalya ’da , bu resesyonda geri çekilmek bir yana , yataklı sektörünün yenilenme yatırımlarının kredilendirilmesi için bankacılık sektöründen normal değerlerin üstünde bir kredi akışı beklentisi var. Ama hiç bir bölge , dünya ekonomisinde ,tasa (zarar) ve kıvancın (kar) içiçe yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmiyor. Bir diğer ön-kabul de, devlet dediğimiz hükmeden aygıtın, bir takım sihirli önlemlerle bunu çözebileceğine ilişkin kanının yaygınlığı.
- Dünyadaki Çözüm Arayışları Ne Durumda? Neler Yapılıyor? G-20 Zirvesinden Ne Çıkar?
Dünya geneli bir çözüm yolu bulunmasında ne yazık ki yol alınmadı. Böyle derken, işin sadece kamu harcamalarının arttırılması ya da Devlete yeniden davetiye çıkarılması işini kastetmiyorum. Einstein`ın bilinen sözüdür , soruna yol açan nedenler kullanarak , sorunu çözemezsiniz. Matematikçi olarak tanınır ama aslında feylesofdur, Italyan Pareto,bir sorunun çoğu zaman % 80 ‘i, nedenlerin % 20`si tarafından yaratılır, der. Bu yüzden de “ 80/20 Kuralı” olarak bilinir.Evet, bu krizin 0 noktası ,bazı kuruluşların “default” olmasına yol açan “sonuç” likidite kriziydi ama ona yolaçan “asal neden(ler) ” neydi ? Krizden çok etkilenen bir ABD yatırım bankası yöneticisinin dediği şekliyle ,herşey kuralı ve yasasına uygun olarak yapılmıştı ? Belki kuralına uygunluk olmasına öyleydi ama “piyasa ekonomisi” dediğimiz, gerçek adıyla kapitalizm, kuralları her zaman ve tümüyle işlediği zaman aksamıyordu.Yoksa “herkes istediğini yapabilir” denilen bir “orman kanunu” geçerli oluyordu.
Bu resesyonda, Marksist kabul olan bir aşırı yığışmadan(temerküz) arzusunundan çok, kural boşluklarından yararlanan “açgözlü kapitalizm” ve onun yarattığı “ tetikleyici ortam “galebe çaldı. Bu açgözlülüğe Frenkler “gazino kapitalizmi” adını veriyor.Burada kurallar by- pass edildi,kriz alarmı vermek isteyen bir FED Başkanına ABD Başkanı randevu verme zahmeti göstermedi, israra da “şurada seçimlere 3-5 gün kaldı, piyasa en iyisini bilir ve yapar” aymazlığı içinde, “piyasa fetişizmi” yapıldı. Oysa ABD kapitalizmi nerdeyse 100 yıldır “denetleme ve dengeleme sistemi ” ile sürekli iç denetiminin yapılması öngörülmüştür, bununla da haklı olarak öğünür.
Örnek vereyim:Madoff Skandalı’nda batan para, 50 milyar $`dır. Batan para Türkiye milli gelirinin % 7 ‘ sidir. Böylesi bir ortamın dış denetimini yapan denetim kuruluşunun , skandalı yaratan Madoff`un yönetim binasının üstelik aynı katında, bir tekel bayisi gibi ,3 m2`lik bir odada, dış denetimi yapmasına göz yumulmuştur.Yetmemiş,bir ABD`linin en büyük korkusu olan ABD Vergi Polisi (IRS) bunu atlamış, ABD`nin sermaye piyasasını düzenleyen üst kuruluşu SEC’ de bu işlemleri onaylayarak “es” geçmiş. Skandal patlamış, adam tutuklanamayıp ,10 milyon $ kefaletle ev hapsine konulmuş. Demek ki, Amerikan yönetim sistemi ve onu tamamlayan yargı sistemi, delillerin karartılmayacağından emin . Oysa, skandalın üstünden neredeyse 3 ay geçti, kimin kaç para batırdığı bile belirlenmiş değil.Bizde Sülün Osman bir “dolandırıcı” olarak iyi tanınır, satılamayacak objeleri satmasıyla ünlüdür.Bu krizde , ABD cenahında ,satışı olanaksız bir varlığın üstünden 7 defa tahvil ihracına ya ne ad vermeliyiz ?
Bu krizden sonra , yapmadığımız en önemli işin oyunun kurallarını gözden geçirmek olduğunun altını çiziyorum. Burada bu işe yol açan ve takriben 15 trilyon $`lık bir kamu zararı yaratan yatırım fonu yöneticileri,yargı önüne çıkarılmadan, bu uygulamalarda ortaya çıkan hukuk boşlukları giderilmeden , bundan sonra da sadece 2 kriz arası süre kısalır ama hepsi o kadar.
Günahsız din olmayacağı gibi krizsiz kapitalizm olmaz ! Kriz işin doğasındadır ve 18. yy.`dan bu yana belli bir şişme ve genişleme döneminden sonra ,hep tekrarlanagelir. Bu krizdeki gariplik, ABD 11 Eylül’ü sonrası yasayı ve yargıyı yoksayan , buna göz yumulan piyasa işlemlerinin yaygınlığıdır.Çıkış noktası budur ve bunun yarattığı tetikleyici mekanizmalar , resesyonun kademe kademe çıkmasına yol açmıştır.
2008 Nobel ödülü sahibi Paul Krugman`a sığınarak , bu savımı güçlendirmeye çalışmayacağım ama “Bir Liberalin Vicdanı” adıyla dilimize çevrilen son çalışmasında, 2008 dünya çalkantısında , liberal olmanın bile yetmeyeceği savlayarak şöyle diyor: Şimdilik, aktif bir liberal olmak ilerici olmak anlamına ,ilerici olmaksa partizan olmak anlamına geliyor. Fakat partizanlıkla nihai hedefimiz ; tek partinin egemenliğinden çok , canlı ve rekabetçi bir demokrasinin yeniden tesis edilmesidir. Bu önemlidir çünkü son tahlilde liberal olmak demokrasiyle ilgilidir !
Neler yapıldığına gelince…Şimdilik bu olaydaki yaklaşımı ; kamu harcamasını arttıranlar ve arttırmayanlar olarak 2 ana öbekte topluyorum.Devletleştirme (kurtarma) işlemleri “ ilişik kesme/ fiş çekme “ gibi bir işlem olduğundan, örneklerine her iki öbekte raslamak mümkün. Birinci öbeğe ,ABD başta olmak üzere, Çin ve Rusya giriyor. Ikinci öbekte ise AB ülkeleri duruyor ( Krizden hemen sonra anında yapılan enjeksiyonları ya da mevduat garantilerini saymıyorum, onlar paniği önlemeye yönelikdi ). Geçmişteki enflasyon, onun ardından gelen nazi rejimi ve dünya savaşı o denli iz bırakmış olmalı ki, Avrupa Merkez Bankası (AMB) bir fon yaratma konusunda, nuh diyor, peygamber demiyor. Anlaşılan, AMB yalnız değil ki, Mart 2009 ‘un üçüncü haftasında AB ülke zirvesinde de kamu harcamalarını arttırma konusunda bir kollektif karar çıkmadı,şimdilik de çıkacağa benzemez (Kitlevi işsizlik halinde bu yaklaşım değişir ). . Birinci öbekte yer alan ABD ,bir adım daha öne geçti ve 20 Mart`ta bir FED kaynaklı ek 1.4 trilyon $ fon enjeksiyonuna karar verdi.Ama aynı gün zarar eden şirketlerde alınan tazminatların % 90 ‘ unun vergilendirilmesine ilişkin ABD Kongre’sinin aldığı “damardan etkili” ve yerinde karara “ piyasa yuppileri” nin verdiği tepkiyi de gözlemek de ilginçti.
Hiç gözardı etmeyelim, her ülke kendi “ korumacı önlemini” aldığı sürece, adına dünya ekonomisi dediğimiz, ülkelerden oluşan ama sadece ülkelerin aritmetik toplamından ibaret olmayan yerkürenin ekonomik ortamını düzeltmek mümkün olamaz. Çünkü, ulusal ekonomide alınan korumacı kararlar , ekonomik aktörlerin uluslararası arenada daha iyi ve atak hareket etmesine dönük. Oysa o arena faaliyetini “tatil” etmiş durumda. Bu yüzden de ulusal platformda alınan önlemleri , çöl toprağına beton dökmek olarak görenler, kanımca çok haksız değil. Çünkü yapılanlar bir “sıfır toplamlı oyun”dan ibaret.
Şimdi yeni “harika bir fikir nevzuhur etti” , IMF`nin hareket kabiliyetini arttıracak sermaye artışı bir önlem olarak görülüyor. Oysa, IMF`nin güçlenen sermaye yapısı, sadece çar-çur edilecek fonların artması anlamına gelir. Meraklısına, genç bilim adamlarımızdan Dr. Cengiz Bahçekapılı`nın “Küreselleşme Sürecinde Güçsüzleşen Ulus-Devlet”(Derin yayıncılık ) eserini okumalarını öneririm. Olayın ne denli oyun kurallarıyla ilgili olduğunu ,o kadar iyi anlatıyor ki…
Gelelim G-20 zirvesine…. 2 Nisan`daki toplantının çerçeve metni belli. 15 Kasım 2008`de ABD Beyaz Sarayı basın sözcülüğü imzasıyla “Finansal Piyasalar ve Dünya Ekonomisi Zirvesi Deklarasyonu” başlığıyla 7 sayfa halinde yayınlandı. Gündem burada belirlendi. Bu gündem, 20`lerin liderlerine “Sakın ola ki yeni icat çıkarmayın, elinizde varsa, yangını söndürecek yangın tüpünü bulun getirin , ötesine karışmayın” diyor. O yüzden zirveden bir sonuç da çıkmadı. Burada dikkatinizi çekmiş olmalı, G-20 Deklarasyonu, ABD Hazine Bakanlığı`nda hazırlanıyor, 20`lerin liderleri de virgülünü oynatmadan , aynen imzalıyor. Bu Deklerasyonu , ABD dünyaya tek bir başına tebliğ edebilecekken , onca telaşla ,20 ülkenin bu panayıra neden katılmış olduğunu anlamış değilim.Bu “ topal ördek gündemden ” birşey beklemeyelim ! burada sadece sorun ötelemesi dediğimiz yöntemle “kriz acaba nereye varacak?” diyen bir bekle-gör tavrı egemen. Oysa katıksız bir liberal olan FT gazetesinin başyazarı Dr. Martin Wolf “Fixing Global Finance” başlıklı yepyeni eserin beni şaşırttı , zira oyun kurallarının gözden geçirilmesini öneriyor.Anlaşılan resesyonun boyutları, katıksız liberalleri bile konvansiyonel düşünme alanının dışına çıkarmışa benziyor.Ama böyle görüşler tek-tük. Temelde, sürdürülebilir bir ekonomik ortam yaratmak bir yana, pro–aktif olmayı bile düşlemeyen ,tam bir re–aktif yol ve yöntem izleniyor . Küresel ekonomi jeneratörünün beşte biri demek olan ABD ekonomisinde işler düzelmeden, G-20`lerin yapacağı birşey de yok görüşü bu yaklaşımda çok etken . Başkan Obama’nın ilahlaştırılması ve bir Godot gibi algılanması da bununla ilintili.
5.Türkiye`de Çözüm Adına Neler Yapılıyor? Krizi Aşma Adına IMF ile Antlaşma Ne Kadar Önemlidir? Sonucu Etkileyecek Başkaca Önlemler Var Mı?
Türkiye çözüm adına “ Yöneticinin 3 Mektubu” öyküsünü andırırcasına bir süre “sorun yok” varsayıldı. Belki de yerindeydi, panik psikolojisinden bildiğimiz bir kargaşa ortamı yaratılmadı. Belirsizlik egemen olsa da , haneler un ve çay stoku yapmadı. Churchill`in 2. Dünya Savaşı`ndaki “Size kan ve gözyaşından başka birşey vaat etmiyorum” sözlerini bizim politikacımız söyleseydi, kimbilir nelere yol açardı ? Ama “ sorun yok “ yaklaşımı ancak kısa dönem için geçerliydi.Bir süre sonra , bu kez “zımnen kabul” anlamında “teğet geçti” tespiti yapıldı. 1-2 aylık bu orta dönem de geçince, bir ekonomik önlem paketi hazırlığı duyuruldu ve Mart`ın 3. Haftasında önlemler ilan edildi. Önlemlerin özünde, KDV ve ÖTV ertelemesi ve kısa süreli vergi bağışıklıkları var. Etkili olmuşa benzer, zira otomobil satışlarında “patlama” dan söz ediliyor. Ancak milli gelir çevrimini sağlamayan, sadece stok eritmesini öngören önlemlerin kısa vadeli etki yaratacağını bilmemiz gerek.
Ya sonrası ? İşte burada, IMF`nin önemi ortaya çıkıyor. Türkiye’nin 2009`da 53 milyar $ yeni dış kaynağa ihtiyacı var. Bu kaynağı, 2009`un dünyada üstelik ardı kesilmedik, gerçek etki devresi henüz yaşanmamış bir tsunami ortamında tedarik etmesi mümkün değil. Tedarikin kısa ve şimdilik tek yolu, IMF ile bir istikrar programı imzalanmasından geçiyor. Bu belgeyi , Türkiye- IMF arasındaki bir istikrar programı oydaşmasından çok , IMF ‘nin bir “yeşil ışık” olarak kullanılması anlamını taşıyor. Bu yeşil ışık, Türkiye`nin uluslararası alandan fon tedarikinde siyasi risk bedeli olan “spread farkı”nı kapatmaz ama fonu bir şekilde yaratmanızı sağlar. Siz de ülke olarak yatırım ve ara malını ithal edecek adına döviz dediğimiz birimi bularak üretim yapar , yılı çevirirsiniz.
Bilelim ki her gecikme, ev ödevindeki yükü arttıracaktır ! Nihai istikrar programının son kullanma tarihi olan 15 Mayıs 2008`den bu yana, karşılıklı nazlanmaların maliyetini göz önünde tutarsanız, olayın ekonomik boyutları daha iyi anlaşılır ( İMF, 15.05.2008 ‘de , Türkiye’ye stand – by olmadan ihtiyari bir anlaşma yapılmasını önerdi, Türkiye’nin yürütme organı ‘ gerek yok ‘ diye geri çevirdi.). Bu kuralı çok bol stand -by işine , çok haklı olarak bir siyasetçi duyarlılığı göstererek, IMF`nin kural dayatmasına karşı çıkabilirsiniz. Bunda seçilmiş bir politikacı olarak , bir sonraki genel seçime dek , tümüyle özgürsünüz. Hatta bunu böyle yaptığınızda , kamuoyunuzda sempati bile toplayabilirsiniz. Ama o zaman, sizi sempatik bulan kamuoyuna doların bir gece ansızın neden yürümeye başladığını, 1.85`lere niçin yükseldiğini ve 2.50`lere neden yükselmeyeceğini de anlatmanız gerekir. O yüzden zaten siyaset yapma işine “ince zanaat” diyoruz. Anlaşılan vergi yönetiminin bağımsızlaşması, transfer harcamalarında yoğunlaşan kamu harcamalarının denetimi konusunu siyasetçi “kabul edilmez” buluyor. Oysa Bretton Woods Antlaşması, IMF`nin öncelikle gelir ve gideri denklemekle yükümlü kılar. Dahası, bunu yaparken başvuruyu esas alır, bir zaptiye gibi kendisi res’en işe kalkışmaz.
Uzun yorumları bir yana, IMF ile antlaşma , işin gereği bir yana ,ön-koşuludur diyorum. Bunun, bu kuruma bakışımızla ilintisi yok.Hiç öteye gitmeyelim, Macaristan’la olan stand-by antlaşmasında olduğu gibi, IMF’in 25 Milyar $ olan fonları için sanayiye rehabilitasyon amacıyla tahsisinde onay verse ,şu koşullarda, yarını bırakın, akşamını düşünen imalatçı sektörler için bir “yeniden yapılandırma fonu” kötü mü olur?
Sorunu etkileyecek yeni önlemler var mı?El’an ve fazlasıyla var diyorum.
İlkin,herşeyden önce yarı panik ortamı önlemeye dönük iktisadı klimayı yeniden tesis etmemiz gerekiyor.Bir de bunu yaparken “ mevcutlar arasında birinci” seçmek yerine , bunu herkese eşit uygulanmasını talep ediyorum. Bununla belirsizlikler belli oranda giderilir. Tek hedefimiz , mevcut kurulu imalat sanayi kapasitemizin korunması olmalı. Bir tesise kilit vurduktan sonra onu açmanız çok ama çok zor.Öte yandan yasama organı bir “ Sicil Affı” çıkarıyor ama bankacılık sistemi bunu dikkate almayabiliyor.Ya da Kredi Garanti Fonu’nun verdiği teminat belgesini , bankacılık sistemi kabul etmiyor. Çünkü yol göstericilik anlamını taşıyan siyasi liderlik, gerekli olan noktada rehberlik yapmıyor.
Bazı yasalar ama özellikle Bankalar Yasası ve Banka Alacaklarının Niteliklerinin Belirlenmesi Yönetmeliği miadını doldurdu.“ Mali yapı yetersizliği “ ile “ likidite sıkıntısı “ ayrı şeyler olsa da , korkunun gölgesinde kaleme alınmış son Bankalar Yasası, bu iki kavramı aynı başlık altında değerlendiriyor. Mali analizde yanlışlık yapıp kredi açan banka müdürüne “ zimmet suçu “ işlendiği savıyla dava açıyor. Bu koşullarda sistemin kredi açmasını nasıl beklersiniz ?
İkincisi, böylesi dönemler, şirketlerin yeniden yapılandırılmasında bir ideal ortam yaratır. Şirketlere ölçek kazandırmak istiyorsanız, bir kriz döneminde girişimcimiz yani iktisadi aktörler , çok daha rasyonel karar alır. Sayısı 200 bine yakın olan imalat sanayi şirketinin kendi aralarında nikah kılmasını sağlayacak bir çöpçatanlık için ideal ortam koşulları yaşıyoruz. Bu şirketler kendi aralarındaki nikah kıyarak, ölçek kazanacaklar.2001 Krizi’nden bu yana önemini gözardı edip , hep ertelediğimiz ölçek kazanma olayının katma değer yaratmanın birinci basamağıdır.
Üçüncüsü, yaygın işsizlikten söz ediliyor, ölçülmesi zor olduğu için kesin rakamını kestirmek güç ama çok yaygın bir “niteliksizler ordusu” olduğu tartışma götürmez. Özellikle, genç işsizlere nitelik kazandıracak, en geç 2010 sonunda 3 milyon genci bir eğitim programına ivedilikle almalıyız ki, Bursa`nın ya da Antep’in yerel gazetelerinde artık “ara eleman aranıyor” ilanı çıkmasın.Bunun adını “ yoğun meslek edinimi “ programı olarak koyabilirsiniz.Sonraki adımsa , vergi idaresinin karşı çıkması nedeniyle bilip de bir türlü uygulamadığımız bir “esnek çalışma” uygulamasının benimsenmesidir.
Sonsöz: 2. Dünya savaşı ortamında ABD Başkanı Roosevelt “ En büyük tehlike, korkunun esiri olmaktır “ demişti. Bu yüzden , doğu dünyasının ilk Nobel ödüllü yazarı Necip Mahfuz’un sözüyle sadece “ umuda mahkum “ olalım.
* MESS “ MERCEK “ DERGİSİ( NİSAN 2009
No Comment! Be the first one.